Kadıköy vapurundan indim,
ceplerimde üç adet sözcük ve bir parça simit,
bardakta çayın buğusunda döndü gözlerin –
sıcak değildi, ama alışkındı sabaha.
Bir kiraz ağacına şiir yazan Feride vardı,
elleri yıpranmış yıldızlara benzerdi,
“Ölüm” dedi bir gün,
“birinin adını yanlış söylemesidir, hem de bilerek.”
Bazı geceler uyumayı unutur insan dercesine
boş bakar duvarlara —
sanki tuğlalar konuşacakmış gibi,
sanki biri sonunda “kal” diyecek ama geç kalacak.
Ankara’nın betonunda çiçek açtı mezar taşları,
Yunus’un mezarına sarkan çingene gülü,
bir türlü uyuyamayan ülkelere benzer.
Bir sevgiyi kabadayı gibi taşımakla
bir sessizliği mendil gibi cebinde tutmak arasında
düz bir yol yok,
yalnızca incinenler bilir hangi ayakkabı sıkıyor.
Çocukken “ölmek” zannederdik
salıncaktan düşmeyi,
büyüdük —
meğermiş düşmekmiş birini sevmek,
düştükçe kalkar sanmakmış yaşamak.
Ve Ayşe,
öldüğünde hâlâ ketçap vardı dudaklarında.
İsmail Kafi Duymaz