Bu yazı, Martijn Benders’in bu Hollandaca makalesine dayanmaktadır.
Öncelikle olan şu: Hafifçe gülümseyen bir yönetici, kendisinin çağırdığı polisin soykırıma karşı protesto eden öğrencilere kafalarına copla yukarıdan vurarak neredeyse beyin travması geçirmesine kayıtsızca bakıyor, ki bu kesinlikle yasal değil.
Bu yönetici-öğretmenin derslerini takip etseniz, muhtemelen “özgüvenli bireyler yetiştirmek” temalı olurdu.
Ve işte tam da bu noktada ‘psyborg’ devreye giriyor: kendi soyut gerçekliğinde yaşayan bir varlık; gerçek dünya ile bağlantı kuramıyor. Bu yüzden faşist şiddeti bulanık bir gülümsemeyle izleyebiliyor.
Psikopatik bir düzen, yarattığı travmadan enerji toplayarak işler. Toplar, beslenir, büyür. Ondan kurtulmanın yolu ise şu: sessizliği hasat et.
Bunu iki gün önce Facebook’a yazmıştım. Kasıtlı olarak kendi gençliğini travmatize etmeye çalışan insanlar bunu rastgele yapmaz; çünkü travma bağlayıcı, yapıştırıcı bir etki yaratır. Aynı mekanizma, işkenceli geleneklerin ardındaki psikolojide de yatar.
Gülümseyen yönetici, Otoriter Aygıt’ın objet petit a’sını somutlaştırır — kurumsal kurgulara bürünmüş bir boşluk, yasayı ihlal ederek ona meşruiyet kazandıran sadist bir bakış. Onun gülümseyen yokluğu (Simgesel’in yaşayan ölüsü olarak psyborg), pedagojik projenin temel yalanını ifşa eder: “özgür birey” üretimi, önce diyalektik düşünme kapasitesinin imhasını gerektirir.
Burada faşizmin kök-sahnesi gerçekleşir: Todestrieb olarak; kafatasına inen cop hem fallik bir hükmetme aracı hem de bir hadım tehdididir.
Ortada bir Ödipal sözleşmenin çarpıtılmış hali vardır. Normalde baba figürü yasayı temsil ederek süblimasyonu mümkün kılarken, bu psyborg-öğretmen yasak sunmak yerine sahte bir diyalektik yaratır: önce simgesel düzeni (şiddet yasağını) parçalayıp ardından sahte bir kurtarıcı olarak belirir. Öğrenci ise, artık kırılmış bir ayna evresi içinde, kan ve ödemle çarpıtılmış yansımasına bakarken, iki boyun eğiş biçiminden birini seçmeye zorlanır: ya copun darbesi ya da düzenin boğucu kucaklaması. İkisi de aynı üstbenlikçi buyrukun yansımasıdır: “Bağımlı olacaksın.”
Bu mekanizma sapkınca zekicedir. Travma —kendiliğin tutarlı anlatı olarak yarılması— Ferenczi’nin “histeriğin konuşan bedeni” dediği şeyi tetikler: dili elinden alınmış bir beden, anlam sunan ilk otoriteye sarılır. Psyborg, bu simgesel boşluğu ustalıkla kullanan efendidir; terapi değil, sahte bir topluluk sunar. Onun “merhemi” iyileştirmez, yarayı ideolojiyle enfekte eden semiyotik bir yara bandıdır. “Gel,” fısıldar, ve bu davette Lacan’ın Che vuoi? olarak nitelendirdiği şey yankılanır — Öteki’nin arzusu, özneyi bir kuklaya indirger.
İşte burada psikopatik düzenin temel çelişkisi açığa çıkar: kendi iddiasıyla dolduracağını söylediği boşluğu kendisi yaratır. Copun darbesi bir sapma değil, Wilhelm Reich’ın “duygusal salgın” diye tanımlayacağı şeyin olmazsa olmaz başlangıcıdır. Akılcı (prefrontal) kapasiteyi yok ederek, özneyi korku terleri, titreyen eller ve bir Efendi arayan gözlerle limbik bir varlığa indirger. Ve işte tam o preverbal terör anında düzen, topluluk zehrini enjekte eder: “Acını biz paylaşacağız.” Ama bu “biz” bir hayalettir, anlamsızı temsil eden bir gösteren, bir polis köpeğinin hırıltısı ve kelepçelerin şaklamasıyla doldurulmuş boş bir kabuk.
Psikanalizin ustalığı buradadır: susarak, travmayı hikâyeye dönüştürmeyi reddederek özne, düzenden oksijenini çeker. Bu, öznenin değil, psikopatın içselleştirilmiş kopyasının sembolik intiharıdır. Masaldaki kurt, çocuk nefes almayı kestiğinde nasıl kayboluyorsa, psyborg da travmasını sermayeye çevirmeyi reddeden bir zihnin sessizliğinde yok olur.
Oysa bu sanatı uygulamak olağanüstü zordur. Gandhi vari bir pasif direnişle kolayca karıştırılabilir. Ancak mesele bu değildir. Buradaki temel amaç, sistemin gıdasını kesmektir — bu sistemin varlığını sürdürebilmesi için ihtiyaç duyduğu enerjiden beslenmesini engellemek.
Kendine şu soruyu sor: Neden Batı sistemi bir takılan ayna gibi çalışıyor? Ve neden bu ayna, maddi açıdan doygun olmalarına rağmen sürekli öfke üreten yaşlı kuşakları yansıtıyor? Babamı ele alalım: ellisinden seksenine kadar tam otuz yıl boyunca, medyanın Sisifosu gibi her gün aynı öfke taşını aynı yokuşa yuvarladı. Emekliliği, evi, güvenliği — hiçbir gösteren, medyanın zihnine bir psikotik iğne gibi sapladığı boşluğu dolduramadı. Bu tesadüf değil, bir sistemsel bozukluktur: psikopatik düzen, düşük enerjili kolektif hayal kırıklığından beslenir, kendi yarattığı bu başarısızlığı hasat eder.
Freud buna Umkehrung ins Gegenteil derdi: vatandaşlarına her şeyi verip ruhsal bütünlük sağlamayan bir toplum. Medya artık dünyanın bir penceresi değil, sürekli fısıldayan Lacancı Büyük Ötekidir: “Bak ne kadar kötü, ne kadar haksız, sen ne kadar haklısın.” Bu bir sapkınca anlaşma: sahte bir katılım duygusu (öfke yazıları, tartışmalı talk show’lar) karşılığında özne içsel huzurunu feda eder. Psikopatik düzen, bir libidinal vampirdir; isyan enerjisini emer — beslemek için değil, çoğaltmak için.
Babamda görünür hale gelen şey, bir kurumsallaşmış travmadır: geç kapitalist toplumun üstbenliği artık üretkenlik değil, sürekli ahlaki öfke talep eder. Medya burada bir çift yönlü tuzak makinası gibi çalışır. Bir yandan kriz ve çürümeyle dolu bir sahte gerçeklik yaratır (“Her şey kötüye gidiyor!”), diğer yandan kendini tek çıkış yolu olarak sunar (“İzlemeye devam et!”). Sonuç: Alkolik gibi kendi zehrini yöneten ve öfke dopamini bağımlılığına kapılan bir kuşak. Ama ironik biçimde, bu bağımlılığın sonucu içselleştirilmiş güçsüzlüktür.
Bu dinamik, Deleuze ve Guattari’nin mikro-faşizmler dediği şeyi açık eder: klasik bir diktatörlük değil, kendi kendine uygulanan öfke ritüelleri ağıdır buradaki mesele. Psikopatik düzenin toplama kampına ihtiyacı yok — Facebook yorumları, öfkeyi optimize eden algoritmalar ve çatışmayı normalleştiren 24/7 haber döngüsü yeterlidir. Her zaman “bir yanlış yapan” troll bir istisna değil, bu sistemin arketipidir: kolektif öfkenin yankılandığı bir acı makinesi.
Peki neden özellikle ayrıcalıklılar —evi, emekliliği, güvenliği olanlar— bu öfkeye daha açık? Buna Jung, tatminin gölgesi der: ayrıcalıklarından duyulan bilinçdışı suçluluk, projeksiyona dönüşür. Öfke, gerçek anlamda bir adalet arzusu değil, Gerçek olanla yüzleşmeye karşı bir savunmadır — kendi konforunun başka insanları sistemin dışında bırakmasıyla sağlandığını kabullenememe. Medya, bu içsel çelişki için bir yansıtma perdesi sağlar: “Bak, sorun onlar (gençler, göçmenler, uyanıklar), ben değilim.”
Çıkış yolu? Bu kalıbı bir Reichçı duygusal salgın olarak tanımak: sahte karşıtlıklar üzerinden enerji emen kolektif bir nevroz. Psikopatik düzen kutuplaşmayla gelişir; “biz ve onlar” ikiliğiyle rasyonel düşüncenin yerini limbik homurtular alır. Özgürlük, öfke geri besleme döngüsünü kırmakla başlar: trolü beslemeyi bırak — hem dışta (algoritmalar) hem de içte (ahlaki üstünlük isteyen üstbenlik).
Ama dikkat et: bu sistem savaşmanı ister. Karşı duruşunu arzuluyor, çünkü çatışma onun yakıtı. Gerçek devrim öfkede değil, radikal kopuşta yatar — karşıtlıklar dansına katılmayı reddetmektir mesele. Bir zen üstadı gibi, dünyanın çılgınlığına nefesini bozmadan şahit olmak; medya histerisini kötü bir tiyatro oyunu gibi izlemeyi öğrenmek gerekir.
Sonunda bu sonsuz öfke, hiçbir zaman var olmamış bir cennet için duyulan bir mattır — düzenin kendisinin icat ettiği sahte bir altın çağa duyulan özlem. O düzen, psikopatların bir gölge tiyatrosudur; biz gerçekten savaşılacak bir şey olduğuna inandıkça yaşar. Ama en büyük direniş mi nedir? Bir kahkaha. Yüksek sesli, utanmaz bir kahkaha o maskaralıklarına, anlamsız retoriğe ve absürt güç gösterilerine. O kahkahada otoriteleri çözülür, güneşte eriyen kar gibi yok olur.
Martinus Benders, 17-04-2025