Bu yazı, Martijn Benders’in bu Hollandaca makalesine dayanmaktadır.
The Philosophical Salon için Foucault’nun toplumsal tartışmaların büyük kazananı olarak neden görülmesi gerektiği üzerine bir yazı kaleme aldım; aynı zamanda Žižek’in Foucault’ya yönelik eleştirisinin yalnızca Chomskyci düşüncenin bir uzantısı olduğunu iddia ettim. Yazının kabul edilip edilmeyeceğini merak ediyorum. Bu yazıda, Foucault’nun iktidar analizinin yalnızca her zamankinden daha güncel olmadığını, aynı zamanda günümüz dünyasının karmaşıklığını açıklayabilecek yegane mercek olduğunu savunuyorum — Gazze ve Ukrayna gibi jeopolitik çatışmalardan kültürel temsilin incelikli mekanizmalarına kadar. Žižek’in, Foucault’yu öznel çelişkilere gerekli önemi vermemekle eleştirme çabası ise kendi kör noktasını açığa çıkarıyor: insan öznesine yönelik ifadesiz bir inanç, Chomsky’nin evrenselciliğinin yankısı. Oysa yazımda gösterdiğim üzere, bu inanç bir yanılsamadır. Foucault’nun anladığı biçimiyle iktidar, “dışarısı”na yer bırakmaz; bizi en derin liflerimize kadar şekillendirir.
Daha önce mercek altına aldığım Can Yücel’e dair Vikipedi açıklamaları da bu dinamiğin mükemmel bir örneğidir — ve dolayısıyla Foucault’nun ne kadar haklı olduğunu bir kez daha doğrular. İlk bakışta tarafsız bir bilgi derlemesi gibi görünen şey, dikkatli incelendiğinde iktidar ilişkilerinin bir savaş alanına dönüşür. Şairin betimlemesini iktidar kaleme alır, ve her dil topluluğu Yücel’in mirasına kendi gündemini yansıtır. Türkçede onun argo dili mutlaka vurgulanır, Türklerin onunla paylaştığı kültürel yakınlığa bir gönderme olarak — “kaba ama samimi dili” ve bariton sesi, dizeleri kadar ikonik sayılır. Ancak İngilizcede bu dil “colloquial language” (gündelik dil) gibi steril bir ifadeye indirgenmiştir; bu da onun halkçı, çarpıcı gücünün tüm nüanslarını silip süpürür. İngilizce metni hazırlayan editörlerin ya bağlamdan bihaber ya da ilgisiz olduğu, dolayısıyla onu Batılı okura daha kolay sunmak adına dilinin keskinliğini törpüledikleri ortadadır.
Almanya’da ise Yücel ağırlıklı olarak politik bir şair olarak sunulmuştur; bu, Almanya’nın ideolojik yüklü sanata olan merakıyla örtüşen bir çerçevedir — Brecht’in mirasını ya da “Schuld” (suçluluk) ve “Verantwortung” (sorumluluk) temaları ile boğuşan savaş sonrası Alman edebiyatını düşünelim. “Yazma” adlı çalışmasından bahsedilmesi, diğer dillerdeki metinlerde eksik olan bir ayrıntıdır; sanki Almanca metni hazırlayanlar, onun politik önemini her yönün üzerinde göstermek istemiştir. Buna karşılık Fransa’da Yücel esas olarak bir ünlü olarak sunulmuştur: “l’un des plus célèbres poètes turcs” (en ünlü Türk şairlerinden biri), şeklindeki ifade onun statüsünü yüceltirken eserini soyut, evrensel bir “içtenlik” anlayışına indirger. Bu tutum, şairleri zamansız hakikatlerin taşıyıcıları olarak romantize etmeye meyilli Fransız anlayışına uygundur; ancak Türk ve Alman betimlemelerinde öne çıkan, Yücel’in şiirlerindeki politik, kişisel ve ham katmanları görmezden gelir.
Tüm bunlar tam anlamıyla Foucault’dur: bilgi, gerçekliğin tarafsız bir yansıması değil, iktidarın bir ürünü olarak ortaya çıkar. Yücel’in betimlenme biçimi, masum bir biyografik girişim değil; anlam uğruna verilen bir mücadeledir, burada her dil ve kültür topluluğu kendi ideolojik önceliklerini dayatır. Türkçe Vikipedi maddesi, onu bir ulusal kahraman olarak onurlandırırken insaniliğini vurgulayan bir sıcaklık taşır. İngilizce madde onu dipnota dönüştürür, karmaşıklığı çözülmeye değer görülmeyen egzotik bir şair gibi sunar. Almanca metin onu politize ederken, Fransızca metin onu edebi bir anıta dönüştürür — her iki yaklaşım da Yücel’in kimliğini kendi tarihsel merceklerinden geçirerek filtreler. Eksik olan şey, bu iktidar dinamiklerinden bağımsız bir hakikattir; çünkü böyle bir hakikat yok. Foucault’nun dediği gibi: bu betimlemelerden damıtılabilecek “saf” bir Can Yücel yoktur; yalnızca onun kronikçileri olan editöryal seslerin söylemsel güçleri tarafından inşa edilen bir Yücel vardır.
Bu da beni tekrar The Philosophical Salon için yazdığım makaleye götürüyor. Žižek, Foucault’yu öznel çelişkilere işaret ederek düzeltebileceğini sanıyorsa, o çelişkilerin bizzat iktidar tarafından biçimlendirildiğini görmüyor demektir. Yücel’e dair Vikipedi açıklamaları bu durumu mükemmel şekilde gösteriyor: Türkçe sayfadaki en mahrem ayrıntılar — bariton sesi, kaba dili — bile masum gerçekler değil; ulusal gurur anlatısı içinde dikkatle seçilmiş ögelerdir. Žižek’in özerk bir öznelliğe olan inancı, Chomsky’nin ahlaki öz konusundaki umudu gibi, bu gerçekliği kavrayamaz. Foucault’nun öngörüleri ise bu mekanizmaları ortaya çıkarmak için bir neşter sağlar: iktidar yalnızca tarihi yazmaz; aynı zamanda o tarihin nasıl okunacağını, nasıl yorumlanacağını ve nasıl yeniden yazılacağını da belirler.
Yazımın The Philosophical Salon’da yayınlanmasını umuyorum, çünkü bu tartışma her zamankinden daha acil. Bilgi üretiminin — Vikipedi’den akademik dergilere kadar — giderek rekabet halindeki güçlerin yarattığı bir savaş alanına dönüşmesiyle, Foucault’nun sunduğu bakış açısı vazgeçilmez hale geliyor. O, bizi yalnızca içeriği sorgulamaya değil; o içeriği mümkün kılan yapıları da sorgulamaya zorlar. Ve bu açıdan Can Yücel sadece bir şair değildir; iktidarın nasıl işlediğini — ve bu işleyişte bizim nasıl ortak olduğumuzu — gösteren bir aynadır.
Saygılar,
Martinus Benders