Bu yazı, Martijn Benders’in bu Hollandaca makalesine dayanmaktadır.
X’te, yani ahlaki dürtü kontrolü için toplumsal bir egzersiz alanı olan o platformda, her gün maruz kalmadıkça durmanın neredeyse imkânsız olduğu bir görüş kakofonisiyle yüzleşiyoruz; temeli yalnızca hınç olan fikirlerin çiğ gürültüsü. Takviye ürünleri ve kripto paralar için çıkan reklamların arasında algoritmik olarak büyütülmüş aptallıklar ekranımıza çarpıyor: mülteciler hakkında yapılan sonsuz basitleştirmeler, empati yetisi yerini ahlaki yankılarla yönlendirilen bir tür kendini koruma güdüsüne bırakmış bireylerce dile getiriliyor.
Özellikle çarpıcı bir örnek: Bir adam — büyük ihtimalle parlatma beziyle sevgicecilerek parlatılmış kel kafasıyla — dünyaya parlak bir öz yeterlilik parıltısıyla retorik bir soru fırlatıyor. “Bir adam neden gelir ve eşini, çocuklarını geride bırakır?” diye soruyor, sanki çözülmesi mümkün olmayan bir paradoks sunuyormuş gibi. Sanki Sokrates’miş gibi — ama iç dünyası olmayan bir Sokrates. Oysa bu sorunun cevabı trajik bir sadelik içeriyor: tam da yolculuk tehlikeli olduğu için. Bazı babalar, diğer tarafta güvenliğe ulaşabilme ihtimali adına hayatlarını riske atmayı seçerler — eğer başardılarsa, sonra ailesini yanına alabilmek için. Her çocuğun anlayabileceği temel bir gerçek. Ama bu tür basit hakikatlere ulaşmak empati gerektirir. Ve bu sanal sınır muhafızlarının kafasında empati, yerini vatansever gösteri dumanına bırakmış durumda.
Bu görüşlerin birçoğunun kendiliğinden ortaya çıkmadığı, aksine finansman ve ideolojiden oluşan karmaşık bir ağ tarafından beslendiği — kültürel korkuları nasıl paraya çevireceğini bilen neokonservatif düşünce kuruluşları tarafından desteklendiği — gerçeği durumu daha da acı kılıyor. Burada aptal insanlardan değil, kurumsallaşmış bir aptallıktan bahsediyoruz. İzleyici kitlesinin entelektüel tembelliği, yıkım peşindeki siyasi ajandaların yakıtını oluşturuyor, çözüm peşinde olanın değil.
Fliermans Passage adlı romanımda da anlattığım gibi, sözde ‘solculuğun’ vicdanını semantik saflıkla satın aldığı bir amalgam ile ironiye tahammülü olmayan faşistoit içgüdüler birleşerek grotesk bir canavar ittifakı oluşturuyor. Romanda bu yapı, faşiste erotik bir cazibe duyan, kendini beğenmiş, dengesiz, ahlaki olarak akışkan bir yazar figüründe vücut buluyor. Ne onu kurtarmak, ne de mahkum etmek için değil — yalnızca kendisinin anlamadığı bir şeyi o adamda yansıtmak için. Bu yaklaşımım, klasik ahlakçılığı reddetmem, teorik saflıkla hareket edenler için beni ahlaken ‘nötrleştirme’ gerekçesi olmuştu: onların edebi etik kurallarına göre, bir ırkçı karakter yaratırsan, yanında mutlaka uygun uyarı etiketlerini de sunman gerekirmiş.
Oysa edebiyat, doğru düşünme yönteminin zorunlu eğitimi değildir. Karanlığın varlık hakkının olduğu yerdir; kutlamak için değil, incelemek içindir. Karakterlerini önceden ahlaki disipline tabi tutan yazar, onları karmaşıklıklarından yoksun bırakır. Okurunu da. Sanatın işlevi, hazmı mümkün olmayanı açığa çıkarmak değilse nedir?
Yeni bir faşizm şekilleniyor gibi görünüyor: estetik bir faşizm. Bu faşizmde mesajın içeriği değil, hayal gücünün kabul edilebilir biçimi kontrol altına alınıyor. Ne söylediğin değil, hangi tonla, hangi önceden onaylanmış kodlarla söylediğin önemli. İroni, çelişki, muğlak bir gülümseme — hepsine şüpheyle bakılıyor, ta ki baskın ahlaka zarif süsler olarak hizmet ettikleri ana dek.
Kötülük hakkında gerçekten bir şeyler yazmak isteyen birinin, bunu nadiren bir bildirge şeklinde yapabileceği bir gerçek. Faşizm, ırkçılık, nefret — bunlar açıklamalarda değil, ilişkilerde, arzularda, çarpık aynalarda ortaya çıkar. Edebiyatı bir mücadele aracı olarak gören, mücadelenin didaktik yöntemlerle değil, yoğunluk ve keskinlik ile kazanıldığını da kavramalı. Sloganlarla değil, tehlikeyle.
Belki de en zor anlatılan şey bu: X’in retorik kel kafasına ve onun solcu ahlak teorisyeni ayna yansımasına, kötülüğün yok olmayacağını anlatmak — üstünü örttüğünde ya da onu sadece karikatürleştirdiğinde… Kötülük ciddiye alınmalı. Radikal bir ciddiyetle. Hem edebiyatta hem de hayatta, bu tavır sık sık cancel edilmekle sonuçlanır.
Bu arada, tüyler ürpertici bir soykırım sürüyor ve solun teorisyen dolu o kanadı nedense sessiz. Tıpkı Bernie Sanders gibi, hâlâ açıkça bunu bir soykırım diye adlandırmayı reddediyor. Buna da işte satın alınmış sol deniyor. Sonsuza dek bunak ve satın alınmış yaşlı beyaz erkeklere mahkûmuz gibi görünüyor. Çünkü dünya o kadar iyi durumda ki, buna güya gücümüz yetiyor. Değil mi?
Martinus Benders, 06-04-2025